Ana SayfaDİŞİTAL SESLERModern Zaman Ebeveyni, Ah Şu Romantik Canlı

Modern Zaman Ebeveyni, Ah Şu Romantik Canlı

Okuduğum kitapta böceklerin yavrularına bakım vermediklerini, yavrunun dünyaya geldiği andan itibaren dünyadaki tehlikelere karşı tek başına olduğunu anlatıyor ve diyordu ki, “belki de böcekler bu sebeple çok yavruluyorlar. Eğer çok yavru olursa, birkaçının hayatta kalma ve soyun devamı ihtimali artıyor.” Öte yandan keçi, fare ve geyik gibi insan da yeni doğan yavrusuna belirli bir süre bakım veriyor. Fare çocuklarına av stratejilerini, geyik güvenli göç yollarını, kuş uçmayı öğretiyor. Anne-yavru arasında devam eden bu sürecin amacı yavruyu yaşama hazırlamak ve onun hayatta kalma şansını arttırmak. Hayvanlarda yavru bakımı, yavru başının çaresine bakacak duruma geldiğinde kesin bir şekilde bitiyor ve yeni genç hayata atılıyor.

Kitabı okurken bizi -modern insanı- düşünmeden edemiyorum. Toplumlar modernleştikçe insanların daha az çocuk sahibi olmasını mesela. Tüm ilgi, sevgi, kaynak ve dikkatimizi az sayıdaki evladımıza verdiğimizde onların daha iyi bir yaşam sahibi olmasını (hayatta kalmasını) sağladığımız düşüncesiyle mi az ürüyoruz? Peki modern insanda yavru bakımı neden bir türlü bitemiyor? Yirmi yaşındaki çocuğunun sırtına bez koyan, yetişkin çocuğuna tencereyle yemek taşıyan, üniversite öğrencisi çocuğunun durumunu konuşmak için hocasına giden ebeveynler…

Bu soruların cevapları beni aşıyor elbette, sosyologlar, antropologlar dururken. Merakım baki, başka bir konuya kayıyor dikkatim. Hayvanların çocuklarına bakım verdikleri süre boyunca tek amaçları onların hayatta kalma becerilerini geliştirmek: kendini avcılardan nasıl korur, hangi bölgeler güvenlidir, yiyecekler rakip hayvanlardan nasıl gizlenir? Son derece hedef odaklı ve gerçekçi bir süreç. Modern ebeveyne bakıyorum sonra: kendime, size ve diğerlerine. Aklıma kısa bir süre önce bir tanıdığımla yaptığım sohbet geliyor. Kızımla yaşıt çocukları olan tanıdığım diyor ki “O kadar kapalı yaşıyorlar ki pandemi sebebiyle, biraz dünyadan haberleri olsun diye Grammy ödüllerini izlettim geçen gün.” Dinlerken dikkatimi çekmeyen bu sohbet, sonrasında zihnimde uzun uzun yankılanıyor. Biz büyük bir yanlış yapıyoruz. Çocuklarımızın yabancı dil, enstrüman çalma, spor, kodlama, satranç, dans öğrenmesi için yırtınıyor; Prof. Dr. Acar Baltaş Hoca’nın dediği gibi zekanın sadece bir özelliği olan hafızaya dayanan sınavlarda yüksek not almalarını başarı göstergesi sayıyoruz.

Şimdi gözlerimizi kapatıp manzaraya farklı bir yerden bakalım. 2019 yılı temmuz ayında, yani çok değil bir buçuk yıl kadar önce yaşadığımız dünya nasıldı? Konserlerde, restoranlarda, tiyatro salonlarında omuz omuza insanlar; çocukları sabah servise yetiştirme telaşı, hınca hınç pazarlarda ve AVM’lerde alışveriş, uçak ve otobüs yolculukları, kalabalık tatiller. “Bir gün bilinmeyen bir hastalık çıkacak ve evlere kapanacaksınız, çocuklar okula, siz işe gidemeyeceksiniz, üç kişi yan yana olmaya hasret kalacaksınız!” deseler inanır mıydık?

Biz, “modern insan”. İnsanlık tarihinde yaşanan acı ve felaketlerden muaf olduğunu zanneden, geleceğin sadece zihninde canlandırdığı şekilde olabileceğini düşünen ve ötesini hayal edemeyen cahil canlı. Yavrusu birkaç yabancı dil konuşur, iyi okullardan diplomalar alır ve sosyal-sanatsal-sportif becerilerini geliştirirse hayatta başarılı ve mutlu olacağını düşünen naif canlı.

Size büyük yanlışımızı anlatayım mı? Geçen akşam Interstellar’a denk geldim, birkaç yıl önce oynayan güzel bir bilim kurgu. Gelecekte geçen hikayede baba, çocuklarının durumunu görüşmek için okula gidiyor ve öğretmenden oğlunun üniversiteye gitmeyecek şekilde yönlendirileceğini öğreniyor. Kendisi mühendis olduğu için çocuğunun çiftçi olması gerektiğini savunan öğretmene çok sinirleniyor. Öğretmen sakince şunları söylüyor babaya: “Bizim daha fazla mühendise değil çiftçiye ihtiyacımız var. İnsanların ihtiyacı olan şey yiyecek; televizyon değil.”

Birkaç yıl evvel büyük salgınları anlatan filmleri keyifle, büyük bir ütopyaymış gibi izleyen insan değilim ben artık. Duyduğum bu cümle beni derinden sarsıyor ve düşünüyorum. Gelecek gerçekten de bizim düşündüğümüz gibi mi olacak? Yapay zekanın evlerimizi yönettiği, hayatı kolaylaştırdığı, yedek parça organların üretilip insan ömrünün uzayacağı ve bambaşka mesleklerin icra edileceği bir geleceğimiz olacağından emin miyiz? Yoksa iklim değişikliği yüzünden gittikçe kuraklaşan, kıtlıkla, açlıkla, felaketlerle boğuşan bir dünya mı var gelecekte? An itibariyle her şeyimizi ilk senaryoya yatırıyoruz. Çocuklarımızı o dünya için hazırlıyor, o dünyada hayatta kalacak şekilde yetiştiriyoruz. Ya o dünya hiç var olmayacaksa? Ya çocuklarımızın hayatta kalmak için toprağı, suyu, bitkileri, güneşi, yağmuru bilmeleri gerekiyorsa? Ya toprağı beceriyle ekip biçmeleri, hangi iklimde hangi bitkinin yetişeceği konusunda uzman olmaları gerekiyorsa? Ya kısıtlı kaynaklarla yaşamak zorunda kalacakları için örneğin pancarın hem yaprağını hem kökünü nasıl değerlendireceğini, pancardan kaç çeşit yiyecek yapabileceğini, yemekten kalan artığın hayvanlara nasıl yem yapılacağını bilmesi gerekiyorsa? Ya yer altı suyu nasıl bulunur, yağmur suyu nasıl toplanır, su tekrar tekrar nasıl kullanılır bunu bilmek hayati olacaksa? Ya saf ebeveynleri gibi fay hattı üzerine kurulmuş, sular yükselince yok olacak deniz kenarı şehirlerde değil de dağlarda tepelerde bir yaşam inşa etmesi gerektiğini bilmesi gerekiyorsa? Teknolojik aletler olmadan yön bulması, kendisini ve ailesini sıcak tutması, hastalanan sevdiğine bitkilerle nasıl yardımcı olabileceğini bilmesi gerekiyorsa? Asıl gereken hayvanlarla, bitkilerle bölüşerek, beraber yaşamayı bilmekse ne olacak?

Bu düşüncelerle boğuşurken “Bal Ülkesi” diye bir film izliyorum. Dağ başında yaşlı annesiyle beraber yaşayan ve tüm geçimini arıcılık yaparak sağlayan bir kadının hikayesi. Bir gün yandaki araziye kalabalık bir aile yerleşiyor ve onlar da arıcılık yapmaya başlıyorlar. Kahramanımız bal hasat etme zamanı geldiğinde yeni arıcı olan komşusuna diyor ki “Balın tamamını almayacaksın, balı arılarla bölüşeceksin, yoksa sen de aç kalırsın, arılar da”. Aç gözlü komşu onu dinlemiyor ve daha çok kazanç için balın tamamını alıyor. Sonuçta hepsi aç kalıyorlar.

Çocuklarımıza bu anlayışı öğretiyor muyuz? Onlara (toplumsal düzenin dayattığı kız-oğlan ayrımı olmadan, çünkü yaşam var olma savaşında cinsiyete bakmıyor) kendilerine kıyafet dikmeyi, örgü örmeyi, evdeki ufak tamiratı yapmayı, turşu kurmayı, yoğurt mayalamayı, sirke yapmayı öğretiyor muyuz?

Bana sorarsanız, amacımız diğer tüm canlılar gibi, çocuklarımızın hayatta kalma şanslarını arttırmak ve rahat bir yaşam sürmelerini sağlamaksa etraflıca düşünmeye başlamamız gerekiyor. Modern zaman ebeveyni de yavrusu da modern dünyanın aniden geçmişte kaldığı bir senaryoda hayatta kalamayacak. Ben bunun olmayacağından emin değilim. Bir anne olarak geleceğin nasıl şekilleneceğini bilemesem de ihtimalleri düşünüp, yavrumun bilgi ve becerilerini ona göre arttırma şansım var. Sadece okul başarısı, yabancı dil, dans, yoga ve kodlama ile olacak iş değil, bunu görüyorum. O yüzden atalarımızın öğrenerek büyüdüğü her şeyi, önce kendim öğrenip sonra çocuğuma öğretmeye niyetliyim. Bu yazıyı sevgiyle uzatılmış dostça bir tavsiye olarak okumuş olmanızı ve “en akıllı canlı biziz” yanılsamasından tez zamanda kurtulup, fareler kadar bilge olabilmemizi dilerim.

Photo by Magdaline Nicole from Pexels

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Must Read