Hapishanelerimiz

 

Ömür tüketen, ağır akışı ile uzun zamandır izlemediğim Türk dizilerini protestoma “Camdaki Kız” dizisi ile son verdim. Henüz iki bölümü yayınlandı ve ben kapıldım. Neredeyse 2,5 saat sürmesine rağmen ne beni aptalmış gibi oyalayan uzun bakışma sahneleri vardı, ne de aynı konu saatlerce geviş getirildi. Böylece Türk dizilerine ambargom sona erdi.

Kızını erkeklerden sakınmak, namusunu korumak için her sabah ona sımsıkı ve uzun bir korse giydiren anne var dizide. Annenin çılgınca görünen tavırlarını bir yana bırakıp korseye takıldım. Kız işe giderken, dışarı çıkarken, günlük hayata devam ederken bu korse ile yaşıyor. Korse batıyor, acıtıyor, sıkıyor ve fakat çıkarmıyor. Hem çıkarması yasak, hem de kızın öyle bir isteği yok. Vakti zamanında -ortaokulda beden eğitimi dersi sırasında- çıkarmak aklına geldiğinde  başına geleni görünce (annesi bayıltana kadar dövüyor) bir daha çıkarma isteğinin olmayışını da anlıyorsunuz. Korse adeta vücudunun bir parçası. Hem bedeni belli bir formda tutması için, hem de dışarıdaki tehlikelerden koruması için var. Korse o kadar sıkı ve kapalı ki dışarıda tuvalete gitmesi de çok zor. Tuvalete gitmemek için ev dışında su içmeyen bir insan, bir genç kadın… ihtiyaçlarının farkına varsa bile gideremeyen bir kadın.

Anne bir sahnede kızına korseyi giydirirken diyor ki, “Bu sadece korse değil; bu korku; aklından çıkarma bunu.”

Bu korse annenin deli saçması gibi görünse de aslında bu korse hepimizin içinde yaşadığı hapishaneyi çok güzel anlatıyor. Elbette dizideki korse gibi bir korkunçlukta değil çoğumuzun hapishanesi… Daha ziyade sıkan bir ceket, vuran bir ayakkabı ya da batan bir kazak gibi…

Hayatımızın üstünde ama içinde rahat edemediğimiz hapishaneler…

“Patriyarka Stres Bozukluğu” kitabının yazarı Dr. Valerie Rein bu hapishaneyi “patriyarkal travmalarımız” olarak adlandırıyor.

Bu hapishane kadın/erkek fark etmeksizin hepimizi içine almış. Onun düzeni içinde, düzene uyarak, korkarak, geri çekilerek ve ona uyarak yaşıyoruz hayatı.

Gardiyanlar…

Hayatın içinde kendimizi farkında olmadan tutsağı ettiğimiz hapishanenin yılmaz bekçileri.  Öğrendiğimiz kuralların ve değerlerin hayatımızı sınırlayan duvarları.

İçinizdeki gardiyanlar içine doğduğunuz hapishanede çalışıyor.

Yaşarken kendi kurallarınıza ve seçimlerinize göre yaşadığınızı mı zannediyorsunuz? Hayır, yaşamıyorsunuz. İçinizdeki gardiyanlara göre yaşıyorsunuz.

Hepimiz, kadın/erkek fark etmeksizin, patriyarkal değerler sisteminin, atalarımızdan gelen kolektif travmalarının hapishanesine doğuyoruz. Cinsiyet rollerimize göre belirlenen hikayeler ne ise ona uygun yaşamayı çoğunlukla farkında olmadan seçerek…

Kadın mısın? O zaman zayıf/fit/güzel görüneceksin; “hanımefendi” gibi davranacaksın; “namuslu” yaşayacaksın; hayırlı bir kısmet bulup evleneceksin; anne olacaksın….

Erkek misin? O zaman ağlamayacaksın; güçlü olacaksın; ezeceksin; tahakküm kuracaksın; ailene bakacaksın; baba olacaksın.

Sistem bunu diyor…

Siz hiç son yıllara kadar “Hayallerin ne ise yapabilirsin, sen istediğini yapabilecek güçtesin” denilerek büyüyen kız çocuğuna rastladınız mı? Ben rastlamadım. Benim zamanımda (78 doğumluyum) tam da dizideki korse metaforu gibi; “Hanım kız ol, ince ve zarif ol, oku ama önemli olan hayırlı bir kısmet bulup evlenmek ve yuvanı kurmak, namusumuzu korumak” şeklinde verilen bir alt mesaj vardı.

Şimdi, 20 sene geriye gidip baktığımda görüyorum ki, hapishanenin duvarlarını çeşitli ebegümeciliklerimle* zorlasam da pek dışına çık(a)mamışım. Uymuşum; uymadığım yerlerde bile uydurmuşum.

Mesela neden evlenmişim?

Çok sevdiğim için, çok sevdiğimin peşinden İstanbullara gelecek kadar sevdiğim için… Ailemi karşıma alıp onun ailesi ile bir süre yaşayacak kadar. Aşk mı gözümü kör etmiş? Şu an durduğum yerde görüyorum ki, sevdiği ile evlilik dışında birlikte olma ihtimali olmayan bir genç kadınmışım. Başka yol görememişim. Görememişiz. İkimiz de birlikte olma ihtimalimizin sadece evlilik ile mümkün olduğunu öğrenmiş çocuklarmışız. Hapishanemizin duvarlarını böyle boyamışız, genişletmişiz ama içinde olduğumuzu fark etmemişiz, kabul etmiş ve uymuşuz.

Türkiye’deki boşanan kadınların %90’ının “baba” evine döndüğünü biliyor muydunuz?* Çünkü bir kadın olarak ya “koca” evinde yaşarsın ya “baba” evinde. Kadının sadece adı değil, evi de yok. Bir kadının kendi kendine yeterli olamayacağı, başında bir “errkekkk” olması gerektiği bilgisi en büyük gardiyanlardan…

Neden? Çünkü kadın cinsi olarak ikincisin, daha az değerlisin, daha az inanılansın. Evet bu düzende erkekler de kadınlar gibi yara alsa da, sahip oldukları ayrıcalıklar var. Bunlardan biri de aslansın, kaplansın diyerek güçlerine inanılarak büyümeleri. Bizde o yok. Ve eksikliği büyük mesele. Bir insan kendisi kendi değerine ve gücüne inanmıyorsa kim inanır ki?

Kimse…

Dr. Rein kitabında gardiyanlara patriyarkal sisteme karşı gelişen travma adaptasyonlarımız diyor. Hepimiz hayatta kalmak için sisteme uygun bir yol buluyoruz. Ya sessiz ve hanım kız olarak, ya bedenimizi küçültmeye çalışarak ya da mutsuz olsak da -mış gibi yaparak…Bu bir hayatta kalma stratejisi. Psikoloji literatüründe “survival mode”.

Hayatta kalma deyince sadece hayatında büyük bir tehlikeye karşı hayatta kalma çabası gelmesin akla. Bu büyük stratejiler yanında bir de küçük stratejilerimiz var. Bunlar da kağıt kesikleri…

Kağıt kesikleri…

Farkında olmadığımız gerçekler, birlikte yaşadığımız küçük kağıt kesikleri…

Travma deyince genelde büyük T ile “Travma” düşünülüyor; çocuklukta ya da yetişkinlikte yaşanan taciz, şiddet, ölüm gibi…Oysa hayatımız her an küçük t ile yaşadığımız “travma”lardan oluşuyor. Belki iş yerinde uğradığımız mobbing, belki eşimizin sürekli bizi eleştirmesi, belki bedenimizin görüntüsünden utanmamız, belki çocukken bizi işaret eden bir parmak… Bunlar belki bıçak saplanması gibi büyük yaralar değil ama hayatımızdaki küçük kağıt kesikleri… Ve bu küçük kağıt kesikleri bizi otantik benliğimizden uzaklaştırıyor. Çok kağıt kesiğimiz varsa kanıyoruz da, hatta bu kesikler iltihaplı bir yara haline bile gelebiliyor.

Hepimiz bu minik kağıt kesiklerinin yarattığı “görünmez travma hapishanesi”nde yaşıyoruz.  Gardiyanlar da bir daha yara almayalım diye gelişen travma adaptasyon mekanizmalarımız: Çok görülür olursan zarar görebilirsin, o toplantıda fikrini söylersen seni eleştirebilirler, yazdığın yazıyı paylaşırsan kesin beğenmeyenler çıkabilir, boşanırsan başarısızsın, çocuklarını düşünmüyorsun… İçinden geleni, içinden geldiği gibi yapmanı engelleyen iç sesler. Farkında olmadan içselleştirdiğimiz sesler. O sesler arasında kendi sesimizi duymak ve bulmak çok zor…

Altın

Oysa hepimizin nüvesi, özü altın… Üstümüze giydiğimiz korseler, kapladığımız çamurlar olmasa görünecek olan altınlar. Kendi gerçeğimizi yaşadığımız zaman ortaya çıkacak olan altın.

Bu “otantik olma” lafını belki sık duymaya başladık, ben de çokça kullanıyorum (her an sıkılmaya başlayabilirim). Otantik olmak kendi gerçeğini yaşamak, -mış gibi yapmamak, düzene uymaya çalışmamak, uyumlanmak için kendimizden feda etmemek.

Hapishanemizi, duvarlarını, gardiyanlarımızı fark etmeden bunu yaşamak mümkün değil. Yaptığımız seçimleri “öyle olması gerektiği” için mi, yoksa öyle istediğimiz için mi yapıyoruz? Bu soruyu 20 sene önce kendime sormak isterdim. Sen ne istiyorsun? Gerçekten sen ne istiyorsun?

O zaman annem, babam, akrabalar, el alem ne der diye seçtiğim ve verdiğim kararların aslında benim istediklerim olmadığını görebilir miydim?

Bilmiyorum…

Bu çok sinsi bir hapishane. Kendi benliğimizin ele geçirildiğini fark etmediğimiz…

Kendi değerlerimiz, doğrularımız, kararlarımız sandığımız yerler ne kadar bize aitler?

Benim kendi gerçeklerimi anlama yolculuğum yoga ile başladı. Dr. Rein için de aynı şekilde olmuş. Belki de kitabı bu yüzden çok sevdim. Benzer yolculukları okumak iyi geldiği için… Uzun yıllardır terapi alan ve kendi de terapist olan bir kadın, kendi “otantik” halini yoga ile fark etmeye ve kucaklamaya başlamış. Hem işini yapış şeklini, hem yıllardır çift terapisi ile tedavi etmeye çalıştığı evliliğini bitirme, değiştirme, farklı yollar olma ihtimalini, kendi gerçeğini kucakladıkça bulmuş.

Hayatta kalmak değil yaşamak istiyorum…

Türkiye için çok iddialı bir cümle değil mi? Kadınlar için ise daha da iddialı!

Yüzyıllardır süregelen patriyarkal sistemin, yani ataerkil düzenin içinde ata kadınlarımızın yaptığı şey yaşamaktan ziyade hayatta kalmak olmuş. “Nasıl yapabilirim de bununla başa çıkabilirim?”

Bu da ancak düzenin kurallarına uyup sessiz, itaat eden, uyumlanan olarak, cefa çekerek, kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyerek mümkün olmuş.

Ata kadınlarımız için başarı, finansal özgürlük, partnerini seçmek bile bir seçenek olarak önlerinde bulunmuyormuş. Bizler ise tüm bu seçeneklere sahip olan özgürlüğün öncüleriyiz. Bu özgürleşmede rol modelimiz, yol haritamız, el kitabımız yok. Onların oyunu “Nasıl başa çıkabilirim?”di; yani başına ne gelirse katlanma, “acı çekme”yi kabullenme, fedakarlık ve dayanabildiğin kadar dayanma.

Artık kendi emeğinin karşılığını talep edip, kazanıp, kendi istediği gibi yaşamak isteyen kadınlar olarak bizim oyunumuz ise “Nasıl daha iyi olabilir?”; yani büyüme, serpilme ve gelişme oyunu. Ve burada da bir kılavuzumuz olmadığı için arzularımızla temas etmekten başka bilgimiz yok. Arzularımızla temas da bedenimizde güvende hissederek başlıyor. İşte gardiyanları anlamak ve güvende hissetmek bu yüzden önemli.  Güvende hissetmeden keyif ve zevk hissetmeye alan açamıyoruz”

Neden daha çok kadınlar yoga yapıyor?

İşte tam da bu yüzden… Kendi gerçeğini duymak için, bedenleri ile temasta, arzuları ile temasta olmak isteyen kadınlar olduğu için. Bastırılan, ikincil olan, değersizleştirilen bedenler, kadın bedenleri olduğu için. Kadının bedeni ile temasa geçerek onunla barışmaya, onu kutsamaya ve dinlemeye daha çok ihtiyacı olduğu için.

Benim yolculuğum yoga ile değişmeye, dönüşmeye başladı. Kendimle yakınlaşmam, bedenimi hissetmem (bedenini hissetmeden hayatta kalmak mümkün, abartmıyorum), onu dinlemem ve onun sayesinde kendi arzularıma, gerçeğime yakınlaşmam mümkün oldu. Herkes için tek ve doğru yol budur diyemem. Benim geçmekte olduğum yol bu… Hissetmeye başladıkça ne istediğimi ve ne istemediğimi anlamaya başladım. Hissettikçe hem neşemi, hem acımı anladım. Birini yeğlemeden ve kovalamadan, hayatın bana getirdiklerini kucakladım. Böyle böyle gardiyanlarımı gördüm ve fark ettim. Onları fark ettim ama onların kararına göre ilerlemedim. O neşe, coşku ve keyfi bir kere hissedince, onların izini sürmeye başladım. Gardiyanlarımın refakati sadece kendimi daha iyi anlamam için artık… Korkuyorsam, endişeleniyorsam, geri çekiliyorsam dinliyorum, ve kendime soruyorum: Ben bunu nerde öğrendim ve neden böyle hissediyorum. Bu gerçek mi yoksa bana ait olmayan inanışların ve değerlerin duvarları mı? O duvarlar öyle çok ve öyle uzun ki… Özgürleşmek bir ömür alacak, biliyorum…

Özgürleşme çağrısı

Patriyarkal Stres Bozukluğu kitabının çağrısı bu. Hapishanelerimizi ve gardiyanlarımızı fark ederek kendi gerçeğimizi, altınımızı üstündeki tozları, çamurları kazıyarak bulmak, altından neşeyi, hazzı, arzuyu çıkarmak… Ve bu hiç kolay değil. Bunun için Dr. Rein’in sunduğu çeşitli araçlar var kitapta. En başta kendi deneyiminde, bedenine döndüğü yoga. 

Ben de yoga ile yürüyen, hatta yoga eğitmeni olarak başkalarının iyi hissetmesine eşlik eden biri olarak, yogaya biraz torpil yapıyor olabilirim. Ama diyorum ki bedeninizle temas etmenize yardımcı olacak her ne ise, onu bulun. Bu yürüyüş de olabilir, dans da, pilates de…Yeter ki yaptığınız şeyi yaparken bedeninizle temas edin. Ona hükmetmek, onu zorlamak, onu değiştirmek için değil, onu anlamak, dinlemek ve hissetmek için yapın.

Özgürlük, arzularımızı bedenimizle temas ederek izlemekte…

Özgürlük, keyfimizin kahyası olmakta…

Hayatta kalmaya çalışmayı bırakıp, yaşamaya başlamakta…

Özgürlük, hayatımız ona bağlıymışçasına neşemize tutunmakta.

Çünkü hayatımız, hayatlarımız ona bağlı….

Görsel: Photo by Brett Sayles from Pexels

* Güzel Sayılar Programı, Bekir Ağırdır

* Babaannemin ben çocukken asi ve söz dinlemez tavırlarım yüzünden bana taktığı lakap…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Must Read