Ana SayfaDİŞİTAL SESLERGökyüzümde Bir Yıldız

Gökyüzümde Bir Yıldız

Tek başına Londra’ya fotoğraf eğitimi almaya gitmiş, orada eğitimini tamamlayıp tiyatrolarda fotoğrafçı olarak çalışmış, ilk sergisinde eserlerinin tamamı satılmış, Güney Avrupa’da bir seyahate çıkıp çalışmalarına devam etmiş, İngiltere’de tam beş sergi açtıktan sonra ülkesine dönmüş bir Türk kadını düşünün. Günümüzde bile etkileyici bir hikâye, değil mi?

Bir de bu kadının tüm bunları fotoğrafın daha yeni yeni sanat olarak kabul edildiği 1950’lerde yaptığını hayal edin. Hayran olmamak elde değil! Ben de adını duyduğum ama eserlerine ve öyküsüne vakıf olmadığım Yıldız Moran ile İstanbul Modern’in “Yıldız Moran: Bir Dağ Masalı” sergisinde tanıştım. Sergilenen her fotoğrafın önünde mıh gibi çakıldım. Fakat beni asıl etkileyen azim, cesaret ve yaratıcılıkla dolu yaşam öyküsüydü. Fotoğrafla uğraştığı on iki senede yaptıkları kendi gökyüzümü bir yıldız gibi aydınlattı.

Dört duvara dizilmiş; yan yana, alt alta, üst üste sergilenen fotoğraflarda yüzler var; duygusunu gizlemeyen, apaçık, dürüst… Anadolu var; insanlarıyla, gelenekleriyle, yoksulluğu ve yalnızlığıyla ama güzelliğiyle… Oluşlar var; detaylar, çok gerçekçi ama gerçeğin en yalın, etkileyici, büyülü haliyle… Türkiye’nin akademik eğitim alan ilk fotoğrafçısıymış Yıldız. Şaşırmıyorum. Tarzın, tekniğin; belirli bir tutku ve bakış açısıyla birleşmesi 86 an ile duruyor işte karşımızda.

Türkiye’ye döndükten sonra Anadolu’yu karış karış gezmiş, sergideki pek çok fotoğrafını da bu gezi sırasında çekmiş. Fakat İngiltere’de dikkat çeken ve para kazanabilen genç bir sanatçı olan Yıldız kendi topraklarında geçim sıkıntısına düşmüş. Aklına Anadolu’da çektiği ama satamadığı fotoğraflarını kartpostal yapıp satmak gelmiş; bu da onun yolunu matbaacılık yapan ünlü bir şairle, Özdemir Asaf ile kesiştirmiş.

“Tam umutsuzluğa düşmüşken, bir arkadaşım Özdemir Asaf’ı önerdi. Hem şâirdir, hem de titiz ve güzel baskılar yapar dedi. İş konuşmak için Özdemir Asaf’ın matbaasına gittim. Tarihini de verebilirim tanışmamızın; 4 Kasım 1954, saat: 11.00. Kelimelerle dile getirmek zor. Duygulu, kibar, hiç görülmemiş ve bir daha göremeyeceğim bir insandı Özdemir Asaf. Pırıl pırıl bir zekâ, renkli, yepyeni, bambaşka bir dünyaydı o. Olağanüstü bir insandı kısacası…” diye anlatmış Yıldız Moran tanışmalarını. Romantik, tutkulu, film gibi; sanki hayatı boyunca yaşadıklarıyla birbirlerine hazırlandıkları, yönelmiş iki sanatçı… Yıldız, şairin ilk evliliğinden olan kızı Seda’ya “İnan, Özdemir’i tanıdıktan sonra ikinci saniye bile çok geçti.” demiş. Zaten kavuştuktan sonra, Özdemir Asaf vefat edene kadar hiç ayrılmamışlar.

Büyük yetenek, azim, eğitim, sıra dışı bir kariyer üzerine gelen şahane bir aşk… Bir kadın daha ne ister? Anne olmayı! İşte bu noktada Yıldız Moran’ın hayatında bir değişiklik olmuş. Art arda üç oğlu olduktan sonra fotoğrafa bir daha hiç dönmemiş. Hep üretmeye devam etmiş, örneğin Özdemir Asaf’ın kitaplarının çevirilerini yapmış, yine sözlükler hazırlamış. Sanatı bırakmasının sebebini çok net bir şekilde açıklamış:

“-Eğitimini görüp, uzun yıllarınızı verdiğiniz fotoğrafçılığı nasıl bıraktınız?

-Birden 24 saatimi bu konuya mı vereceğim, yoksa daha önemli konular var mı benim için diye düşündüm. Daha önemli şeyler olduğuna karar verdim ve 12 yıl sonra bıraktım bu işi.

-Daha önemli olan şeyler neydi?

-Evliliğim ve çocuklar. Özdemir Asaf gibi bir baba bulmuşsa bir insan başka ne yapabilir? Dört yıl içinde üç çocuk sahibi oldum ve artık tüm 24 saatlerimi çocuklarıma adadım.”

Okuyunca sizin de içiniz benim gibi cız etti mi? Son üç yılda, çalışan anne de oldum, çocuğuyla daha fazla vakit geçirmek için kariyerine ara veren anne de… Anneliğin bu en büyük ikilemini dibine kadar yaşadım, sorumlulukları dengelerken zorlandım, zorlanıyorum. Kendini yazarak ifade eden, yaratıcı süreçlere aşina biri olarak; sanatla profesyonel meşgul olmanın başka herhangi bir meslek dalına oranla daha zor olduğunu tahmin ediyorum. Kendimi ister istemez Yıldız Moran’ın yerine koyuyorum. Her gün şu saatler içinde fotoğraf çekip şu saatte basacağım demenin yetmeyeceğini; gerçekten istediği fotoğrafları çekebilmek için hep fotoğraf düşünmesi, kendini yine yollara vurması, yaratıcılığını sürekli beslemesi gerektiğini, yoksa eski performansına ulaşamayacağını ondan iyi kim bilebilirdi? Bir şeyi eksik, yarım yapmaktansa hiç yapmamayı seçmişti muhtemelen. Belki ailesinden, yakınlarından destek alamıyordu çocuklarını büyütürken; pek çoğumuz gibi bir başınaydı. İngiltere’de tüm eserlerini satmışken Türkiye’de fotoğraftan para kazanamayacağını da evlenmeden önce anlamıştı. Cesaret kırıcı, insanı yeni meşgaleler bulup farklı bir hayat kurmaya iten çok şey var gibi hikayesinde. Yine de “… artık tüm 24 saatlerimi çocuklarıma adadım…” ifadesindeki şüphe götürmez kesinliğin arkasında bazı “keşke”ler kalmış olabileceğini tahmin ederek inceden bir “Of!” çekiyorum.

30’lu yaşlarımda anne olma macerasını yaşadığım ve kendimi bulmaya çalıştığım hayatımdan çok memnunum, fakat Özdemir Asaf’ın aşağıdaki şiirini okuyunca erken 20’li yaşlarıma, kendimden başka kimsenin sorumluluğunu taşımadığım, az düşündüğüm çok yaşadığım günlere dair sızım sızım bir nostaljiye kapılıyorum:

PAY

Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden.

İnanırdım saadetli yolculuklara.

Adalar var zannederdim güneşli, maavi, dertsiz.

Bütün hızımla koşardım dalgalara.

O zaman beni görseydiniz.

Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden.

Beni o zaman görseydiniz

Siz de gelirdiniz peşimden.

Ama şimdi şu akşam saatinde

Son liman kendim, bu döndüğüm,

Bilmiş, bulmuş, anlamış.

Hatırımda, bir vakitler güldüğüm.

Yoluna can serdiğim o kaçış.

Şimdi, şu akşam saatinde

Dönüyorum görmüş, geçirmiş, atlatmış,

Gözlerin doymayan sahilinde.

Yıldız’ın hikayesinin romantik prensi; bu şiiri yazarken az da olsa eşinin Avrupa’da özgürce gezip fotoğraf çektiği, kendini sanatına adadığı zamanlardan ilham almış mıydı acaba? Ne düşünmüştü sevdiği kadının fotoğrafçılığı bırakması konusunda? Her biri birbirinden vurucu şiirlerini yazmaya devam ederken karısının çok sevdiği sanatından uzaklaşması onu da üzmüş müydü? Bilemiyoruz, o kısmı istediğimiz gibi düşünmek bize kalmış.

Masalların sonunda gökten üç elma düşer ya hani… Bu masalınkinde üç güzel evlat, ölüme kadar süren bir aşk ve yüzlerce şiir düşmüş gökyüzünden! (Fakat bir o kadar da fotoğraf düşmemiş, kaybolmuş, mahrum etmiş bizi kendisinden.) Haydi bir elma da biz eksik kalan, çalışmayıp evde kalan, çalışsa da aklı evde kalan, işte mesaiye kalan, tutkusunun peşinde bin bir güçlükle kalan canım annelerin başına düşsün!

NOT: İstanbul Modern’deki Yıldız Moran’ın fotoğraflarından oluşan Bir Dağ Masalı sergisi 12 Mayıs’a kadar gezilebilir.

1 YORUM

  1. Güzel bir yazı olmuş tebrikler canım. Hiç bir şekilde çalışmaktan vazgeçmeyen keyif alan kendini mutlu kıldığında sevdiklerini mutlu edeceğine inanan bir anne olarak çalışmaya üretmeye ve yaratmaya devam diyorum. Bizleri birbirimizden farklı kılan da bu değil midir? Nerde hangi konumda hangi duyguyla mutluysak devam edelim yolumuza…
    Sevgiler
    Gülsün Mersin

Anonim için bir cevap yazın İptal

Please enter your comment!
Please enter your name here

Must Read